Tevfik USLUOĞLU –
Pimi çekilmiş bir hayata benzer “ateşin köklerinden beslenen savaş tanrıları. Gaspçılar Gibi hiç kimsenin gözünün yaşına bakmadan, gerekirse ağzımıza bomba koyup patlatıyorlardı vallahi. Zaman akınca da kıtmır, fesat ve küfürbaz torbalar etrafta dolaştırıyorlardı. Durup durup gözyaşları da döküyorlardı sinsi ifadelerin içinde. Ve hep bir ağızdan güneş doğdu ve battı. Yine doğdu ve battı. Ama bin yıllardır hep böyle oldu diyorlar. Hiçbir şey değişmedi değişmeyecek güneşin altında! Ve böyle dedikleri için Savaş Tanrıları; böyle dedikleri için rüzgâr sadece toz ve acı taşıyordu ıslık çala çala kapılarına vurarak medeniyetin. Ve ben kimi zaman insafsız, kimi zaman mutlu hayallerin içinde, kimi zaman insanlığın yaşamı üzerinde düşünüyordum, kendimde. Birden, çok geçmişlere gittim. Ama çok yıllar geçmişti. O geçmişten bu geçmişe. Tarih sayfalarını karıştırıyordum hep geçmişle bugün arasında “dönüşü yok” diyenlere bir hatırlatmada bulunmak için. Ve coğrafyanın başkentini aradım. Dağa taşa sordum. Kent kent dolaştım. Sanatı, kültürü sordum. Kardeşliği ve sevgiyi sordum. Sabrı aşkta aradım, aşkı da sabırda. Serüvenleri ortaya koydum. Ütopyaları düşlerime yazdım. Döndüm dolaştım. Bir geceyle buluştum, Savaş Tanrıları’nın isterik bir tutuşma anında. Ve “Kartal Kanatlı” kadınlara gittim, soğuk duşa girince. Bir garip sergiye dönüştü dilsiz kalabalıklar kendi suretlerinde. Ben sözcükleri taze tutmaya çalışırken. Ayrılıkla kuruyan asma yapraklarını gördüm. Yağmaya inat dikilen zeytinlerden ve hayalet misali peşimi bırakmadan etrafta döne döne dolaşan ruhlardan ve güvercinlerden “umut’u” sordum. Sonra gündüze döndüm. Ve ilk defa çıplak yüzümü Güneş öptü. Ruhum Güneşe karşı sevgiyle tutuştu. Zeytin ve limon bahçelerinden uzaklara çok uzaklara baktım. Çölleri, denizleri ve yıldızları gördüm. Düşündüm düşündüm düşündüm… çok yıllar geçmişti. Ebrehe’nin Fillerle Kâbe’ye saldırdığı zamandan. Çok yıllar geçmişti. At sırtında serseri fetihlerle, yağma ve talandan beslenen yığınlardan. Fil yılından. Ama çok yıllar geçmemişti Zeyd’in pabucunu fırlatmasından. İnsanlığın yüreğine su serpişinden. Arap’ın ayaklar altına alınan saygınlığının intikamının alınışından. “Sırmay” ın Savaş Tanrılarının yüzüne şamar gibi inişinden. Daha tap taze duruyor “pabuç yılı” belleklerde. Az ötede, geride.
Ama çok yıllar geçmişti. Çok yıllar. İsa’nın günahı üstlenip babaya götürmesinden. Tanrının oğlunun arınmış toplumu yaratma çalışmasından. Ve yeniden yaşam vermişti her bahar doğanın yeniden ama yeniden dirilmesi gibi insanlığın insani hukuk’unu oluşturması çalışmasından. Çok yıllar geçmişti Beyt Lahim’de üç yıldızın bir araya gelişinden. Kutsalın kuzular arasında doğuşundan. Işıkların ışığı içinde insanlığa adaleti aşılayışından… Çok yıllar geçmişti zalimin zulmü karşısında göğe yükselişinden. Tüm günahları ve acıları söküp alışından.
Çok ama çok yıllar geçti. Kıbeleden, Zennubiya’dan ve Meryem anadan. Ama değişmedi Güneşin altındaki süngünün sahibi. Kan kokan elleri ve dişleri. Ve zihinlerde duruyor insanlık vicdanının “birlikte ölmelere” verdiği ad: “Büyük Felaket”. Değişmedi utanç verici “EFENDİLER”in tutumları. Değişmedi zalimim zumlunun yeniden ama yeniden ortaya çıkışı. Param parça ederek her yer ve her tarafı. Her ışık. Her dil. Her kültür ve her kardeşlik sofrasını. Ama yine değişmedi at sırtında dolaşan fetihçilerin yerini alan tank sırtında dolaşanların tutumları. Şimdi sesleniyorum Kafka’nın “ Ceza Sömürgesi”nden, kül rengi göklerden. Prometus’un, Bedreddin’in, Ebu Nidal’ın, Doktor Habbaş’ın, Ebu Cihad’ın, Ebu İyad’ın, Edward Said’in, Mahmud Derviş’in, Leylaların da tutumu değişmedi. Değişmedi güneşin altında. Geçmişten bugüne direnişin adı! Ve şimdi kanayan yaraya sesleniyorum. Çölün, denizin, zeytin kökünden gelen ve çocukları güneş kokan, maviliklere vurgun dalların yazgısıyla süzülen Filistin’im, dünyam, şiirin köklü yurdu. Şu güneşten düşen ateşi fırlat, yüreğini yüreğimize kat! Akşam olunca da kapıları aç! Pencereleri! Biraz Arap ol, biraz İbrani, biraz Ermeni ve daha niceleri… Biraz konuş benimle. Bir garip şarkı iç. Duvarlarına rüzgârınla yaz. Dudaklarından kanatlana kanatlana sözcükler, ihtilaline doğru. Ve sesini gökyüzüne düşüren kuşlara, ayaza, ilkyaz çoğalmalarına ve özgürlüğe sor çocuklarını. Bir daha sor! Gazze’de ben Filistin’im, Filistin bağıran çocuklara. Ellerinde taşlarla “güç uygarlığına karşı” duran küçük generallere. Bir yanında Mescidül Aksa, bir yanında Beyt-il Lahm ve bir yanında Ağlama duvarı olan toprağına. Ve bir daha sor durmadan bağıran küçük kızına… “Benim adım Filistin. Adı tüm meydanlarda yazılan Filistin. Ruhumun derinliklerine işleyen Filistin. Toprakları benim, benimle tanıdığım Filistin. Onu değil beni parçalayın dediğim vatanım. Geçmişten her an beni çağıran Salahaddin.. Beni binlerce esiri ve mahkûmuyla. Binlerce sürgünüyle. Siyonistleri kahreden edanla param parça et. Ey Siyonistlerin ruhunu söndüren akşam. Bugün evet bugün gökyüzünü Filistin bayrağıyla donat… Ben Filistin’im Filistin. Her gün çarmıha gerilen Flistin.” Karanlık çıplak ve gündüzleri vurulmuş Filistin. Zeytin ve limon ağaçları arasında büyüyen Filistin.
Ve şimdi bir daha sor. Kızlarına, oğullarına… Tapınakların çevresinden ve evlerin lambalarından sor. İsyanlarından sor. İnadından sor. Ve rüzgâr gibi bir şehir gör, gün geceye dönerken şarabın kızıllığında. Şu kan deryası toprağında, dudakları çatlamış analara ve gözyaşı döken sevgilime sor. Sevgilimle beni bulutlara uzat göğün suretinde, senin haritanda ve dilimin sınırlarını dünyanın sınırı kıl. Dilim olan sevgiyi ve sevgilimin gözyaşlarını bulutlardan içime akıt.
Ve şimdi bana sor. Asi ırmağının denize kavuştuğu Antakya kentine sor. Zeytin ve defne ağaçları arasındaki sokaklarıma sor. Gündüz, düşlerimin ötesinde yanan patikada ayaklarıma ve toprağıma sor. Kökleri kırmızı toprağın derinliklerindeki ağaçlarıma sor. Tarihime sor. Tecritli hallerime sor. Çocuklarıma sor nasıl hep bir ağızdan ezgilerle seslenişlerini: bir insan seveceğim. İster simsiyah olsun, ister beyaz ya da sarı olsun. Bir insan seveceğim. İster kızıl ya da esmer olsun. Ne isterse o renk olsun. Yeter ki insan olsun. Adı Grasya olsun ya da Fatma. Adı Mari olsun ya da Berfin. Adı Bedros olsun ya da Ali. Adı Şaul olsun ya da Jozef. Bir insan seveceğim. Arap, Türk, Ermeni, Yahudi ya da Kürt olsun. Bir insan seveceğim denizköpüklerinden olsun. Her gün maviliklerde dolaşsın. Gökyüzüne elini uzatıp kumsallarla sevişsin. Ve bir insan seveceğim, annemin elini tutup sesleneceğim. MODERN ÇAĞ, TOPLUMSAL VAROLUŞUN VE BARIŞIN YILI OLSUN. DÜŞMANLIK DÜŞKÜNÜ OLMAYAN HERKES İÇİN TUTUNACAK BİR ZEYTİN DALI, SEVGİYLE UÇACAK BİR GÜVERCİN VE HER SABAH TUTUŞAN MAVİ ALEV OLSUN…