KAYBOLAN SESİMİZ: ARAPÇA
Yuşa Arış
“Barbar” sözcüğü, “anlaşılmaz sözler söyleyen” anlamındaki Yunanca barbarostan gelmektedir. Yunanlılar, Yunanca konuşamayan ya da doğru telaffuz etmeyen başkalarına barbarlar derlerdi. Onlardan önce de Meksika’nın Aztek’leri kendi dillerini konuşamayanlara yabanıllar ya da dilsizler diyordu.(…) Dilce farklı olmak Öteki’ni yabanıl olmaya mahkum eder.
Dr. Samuel Johnson 1775’te hazırladığı sözlüğün önsözünde, “Diller ulusların soyağacıdır”diyor.
Bir dilin söz varlığı, bir kültürün dünyaya anlam vermek ve yerel ekosistem içinde yaşayakalmak için konu edip sınıfladığı nesnelerin dökümüdür. Dolayısıyla Büyük Okyanus’un okyanus dilleri, balıkların kültürel ve ekonomik önemini yansıtır. Dünya kara yüzölçümünün binde 4’üne sahip Yeni Gine Dünya nüfusunun binde birine ve dünyadaki dillerin yüzde 13’üne (1000) kadar dile sahip bir ülke.
Dil, Fransız sosyolog Pierre Bourdieu’nun terminolojisiyle, kendine özgü bir biçimde somut mallar kadar değerli olabilecek bir simgesel sermaye biçimidir.
William Folley’e göre yerel diller ise “Bir topluluğun kendine özgü kimliğinin vazgeçilmez göstergeleriydi.
Bir dilin varlığının son bulmasının ilk biçimi o dili konuşan insanların varlığının son bulmasıdır. Bu nüfus yitimi yoluyla dil yitimidir ve son beş yüz yıldır alabildiğine yaygındır. Birçok dil hastalık ya da soykırım nedeniyle bu yolla ortadan kalkmıştır.
Tarihte birçok kez egemen topluluklar azınlıkları zor kullanarak parçalamışlardır. Bunun için de denedikleri bir yol egemen dili zorunlu kılmaktır. İlginçtir bu tatsız politika seyrek olarak işe yarar. Bir dilin yaftalanması, belli koşullarda, bir simgesel direniş ve örgütlenme biçimi, olarak o dili büsbütün değerli kılabilir. Ne var ki egemen topluluklar azınlıkları başka araçlar da kullanarak ya köleleştirerek, onları bağımlı bir role zorlayarak ya da toplulukların varlığının bağlı olduğu topraklara, kaynaklara el koyarak dilsel geçişe zorlamaktadır. Dönenceler arasındaki yağmur ormanları halklarının toplu ağaç kesimi ve orman alanlarının düzlenmesinin ardından ortadan kalkması, bu tip zora dayalı geçişin yakın örnekleri arasındadır. Ormanın ambarı yok edilmekte, bu halkların ekonomik ve kültürel kendine yeterlik temeli de böylece yok olmaktadır.
Azınlık dillerini öldürenin doğrudan dile yönelik politikalar değil, yerli halka açık olan ekonomik rollere yönelik politikalar olması önemli bir olgudur. Dilin yalıtılmış olarak değil, daha genel bir ekolojik ve ekonomik matrisin sonuçlarından biri olarak görülmesi gerektiği yönündeki yaklaşımımızı doğrulamaktadır. Dil alanı bütünüyle politik yönlendirmeye ya da denetime elverişli değildir, bu alana yönelik politik edimler genellikle başarısız kalır. Ekonomik ve toplumsal alanların kilit varlıklarıysa ele geçirilebilir, denetlenebilir. Dil de toplumsal-ekonomik bir temel olmaksızın gelişemez. Bunun, dilsel yeniden doğuş hareketleri için önemli çıkarsamaları vardır. Etçil bir türü korumak için önce beslenme zincirinde onun altında yer alan türü korumak gerekir ki etçil türün serpilip gelişeceği bir çevresi olsun. Dil de ancak ona değer veren toplulukların gerçek bir temeli varsa korunabilir.
Dilsel geçişin ikinci, dil ölümünün üçüncü tipi gönüllü geçiştir. Bir topluluğun üyelerinin kendi özgün dilleri yerine bir başka dili konuşarak daha iyi yaşayacakları kanısına varmasıyla olur. Zorla dil değiştirme ile aradaki önemli fark oldukları yerde, oldukları biçimde kalma seçeneklerinin en azından biçimsel olarak yer almasıdır. (s.153-154)
Gönüllü geçiş, aşama aşama, yeni gelen dilin yerli dilin yerini onlarca yıllık ya da birkaç yüz yıllık bir döneme yayılarak almasıyla olabilir. Yerli dil kimi konumlarda öbürlerinden erken kaybolur. Bu bağlamda “yukarıdan aşağıya” dil ölümünü “aşağıdan yukarı” dil ölümünden ayırt etmeyi yararlı buluyoruz. Yukarıdan aşağıya ölümde, dil ilkin mahkemeler, kilise (din), belki ticaret ve siyaset dünyaları gibi kamu alanlarından ve resmi kurumlardan çekilir ve sonuçta ev içi, bir de belki arkadaşlar arası kullanımla sınırlı kalır. Fransa’da Bretonca, İskoçya’da İskoçya Galcesi gibi Avrupa’nın birçok azınlık dili böyle, dışarıdan dayatılan yönetim ya da din alanlarında işlev görmezken, köylülüğün ev içi konumunu koruyarak geri çekilmiştir.
Yaşlı konuşucular çoğunlukla geleneksel dili en akıcı konuşanlardır, kimi durumlarda belki de tek dillidirler. Dili, yaşlıların kullandığı bütün bir işlevler kümesinde kullanma olanağı bulamamış genç konuşucularsa tam bir akıcılık kazanamamış olabilir. Genellikle bir başka dili daha akıcı konuşurlar. Ölmekteki dilde o kadar geniş söz varlıkları olmayabilir, belki dilbilgisini de basitleştirmiş, daha kurallı bir hale getirmişlerdir. Meramlarını anlatmak için topluluğun bütün olarak geçmekte olduğu dile gitgide daha çok bel bağlarlar. Sonrası, dilin artık gelecek kuşaklara aktarılmayacağı o ölümcül aşama olabilir. Son aşama bu anlamda birden biredir. Dil uçurumdan aşağı bırakılır.
Avusturya, Oberwart’taki genç kadınlar Almanca’yı ekonomik değerini daha büyük gördükleri için Macarca’ya yeğliyor. Gelişmiş ekonominin dünyasıyla simgesel bir bağ, o dünyaya giriş izni kazanmaya çalışmak anlamına geliyor.
Hiçbir dilin metropol dili ya da periferi dili olmasına neden olacak, doğasında saklı özellikleri olmadığını bir kez daha vurgulamak çok önemlidir.(…) Gerçekte her dil, belki birkaç yeni sözcüğün katılmasıyla, her amaca yöneltilebilir. Demek ki periferi olmayı belirleyen, dilin kendisi değil, konuşan insanların ekonomileri ve toplumları arasındaki ayrımlardır.
Dil yitimi dalgasının koşullarından biri de gelişim eşitsizliğidir.
İskoçya Kralı VI. James (İngiltere’de I. James deniyordu.) 1616 tarihli Kilise Okullarının Kuruluşu Yasası’nda amacın, “İngiliz halk dilinin her yerde kökleştirilmesi ve İsles ve Highlands sakinleri arasında barbarlık ve uygarlık dışılığın sürmesinin başlıca ve ana nedenlerinden olan İrlanda dilinin ortadan kaldırılıp yok edilebilmesi” olduğunu belirtiyordu. Bu tutum ve politikalar şaşırtıcı derecede yakın zamanlara değin sürmüştür. 1846’da hükümet eğitim komisyonu üyeleri Galdiline ‘Galler’de her tür ahlaki gelişme ve halkın ilerlemesi önünde feci bir engel’ diye saldırıyor, “gerçeği çarpıttığını, sahteciliğe elverişli olduğunu, yalana azmettirdiğini” ileri sürüyorlardı. 19. Yüzyıl okullarında, Galce konuşurken yakalanan öğrenciler Welsh Not (“Gal Düğümü”) adı verilen tahta bir künye takmak zorunda kalırdı. Künyeyi takan da onu Galce konuştuğu duyulan başka bir arkadaşına devredebilirdi. Haftanın sonunda künye kimde kalmışsa dayakla cezalandırılırdı. Gal Düğümü uygulaması 1880’lerde büyük ölçüde ortadan kalktıysa da kimi bölgelerde 20. Yüzyıla değin sürdü.
Fransızların Bretonca’ya karşı kampanyası daha da kararlıydı ve daha yakın zamanlara dek sürdürüldü. 1789 devrimi, tasarladığı bağdaşık ve bölünmez cumhuriyet için ulusal bir dilin gerekliliği üstünde duruyordu. Halk eğitimi komitesi hemen, “siz politikacıların, zihin çocukluğunu ve önyargıların yaşlılığını uzatan bu çirkin lehçeler çeşitliliğinin yok edilmesini gerçekleştirmeniz daha önemlidir. Diyerek Fransa’nın bölgesel dillerinin ortadan kaldırılmasını savundu.
O gün bu gün, yerel eğitim görevlileri, ta yirminci yüzyılın savaş sonrası dönemine dek “Breton dilini ortadan kaldırmamızın” kesinlikle gerekli olduğunda diretmiştir. Brittaniy’deki yeni atanmış, kıdemsiz öğretmenler, görevleri konusunda en küçük bir ikircim içinde bırakılmaz: “Her şeyden önce şunu aklınızda tutun, beyler, burada Breton dilini yok etmekten başka bir amaçla bulunmuyorsunuz”, daha sonra da , “onları Fransız yapmak için Fransızlara ihtiyacımız var, bunu kendileri yapmayacaktır.” 1970’ler gibi yakın bir tarihte, Fransa, çocuklara Breton adlarıyla doğum belgesi ve nüfus kağıdı verilmesini reddediyordu. Bretonca’ya herhangi bir ödün verilmesi ancak son otuz yıl içinde olmuştur, o da çoğu durumda retorik düzeyindedir.
İnsanları geçmişlerine yabancılaştırmak üzere işleyen kurumlar varken on dokuzuncu ve 20. Yüzyıllara gelindiğinde kimsenin geçmişiyle pek bağ kurmak istememesi şaşırtıcı değil. Şaşırtıcı olan, birçok insanın (Kelt) dillerini bırakmayı seçmesi değil, dış dünyadaki olağanüstü aşağılanmaya, halkları ve dillerini zorla özümsemeye yönelik olarak tasarlanmış politikalara inat, birçoklarının onca zaman dillerini korumayı seçmesidir.
Hindistan’da Delhi bölgesinin yerel dili Hintçe’nin yanı sıra, İngilizce kilit resmi dil olarak yerini korumaktadır. On dört dil daha kendi eyaletlerinde resmi dil konumu edinerek Hindistan demokrasisini tarihin en çok dilli yönetimine dönüştürmüştür. Hindistan’da 405 yaşayan dil bulunmaktadır.
Politik, ekonomik, toplumsal nitelikte bir gelişme, aynı zamanda dilsel bir gelişme olmadan gerçekleşemez. Sıradan halkın bilgiye ulaşma olanağı bulunmadı mı, egemen dili (Çoğu kez bir Avrupa metropol dilini) kullanabilen küçük bir seçkinler azınlığı tarafından denetlenecektir. İnsanların kendi dillerini kullanmadığı bir yerde demokrasi ciddi bir biçimde kısıtlanmıştır.
Quebec (Kanada) Başbakanı Rene Levesque, “Kendimiz olmak temelde üç buçuk yüzyıldır yaşayakalmış bir kişiliği koruyup geliştirme meselesidir. Bu kişiliğin çekirdeğinde Fransızca konuşmamız yer alır… Kendimiz gibi, yaşamamız gerektiği gibi , kendi dilimizde ve kendi göreneklerimizce yaşayamamak , yüreğimiz olmadan yaşamak gibi olurdu” demiştir.
Bir Amerika yerlisi DarrlyBaby Wilson’ın teyzesinden alarak aktardığı gibi, “Bu dünyada yaşayakalmak için beyaz adamın dilini bilmeliyiz. Oysa kendi dilimizi sonsuza dek yaşayakalmak için bilmeliyiz.”
Bu metin Anadili Temelli Çok Dilli Eğitim Tartışmaları’nda kullanılmak üzere Kaybolan Sesler Dünya Dillerinin Yok Oluş Süreci kitabından* derlendi. Bu perspektif üzerinden Arapça’nın ülkemizde baskılar yüzünden gönüllü görünen bir vazgeçişle dolaşımdan kalkma aşamasında olduğunu tesbit ediyorum
1930-40’lı yıllarda Vatandaş Türkçe Konuş kampanyaları yapılıyor. Çukurova’da sokaklarda Türkçe konuşamayanlar vatansever yurttaşlarımızca dövülüyor. Annem ve arkadaşları dayak yemekten kendini korumak için, “ etim Türk, etim Türk” diyorlarmış. Eti Türkü’nün ne anlama geldiğini bilmedikleri için. Annemin dediğinin Eti Türkü olduğunu Özdemir İnce’nin bir yazısını okuduktan sonra anladım. Biz de okullarda şiddet görerek, dayak görerek, sindirilerek, cezalar alarak yetiştirildiğimiz için şu anda hiçbir anne çocuğuna Arapça öğretmiyor. Yani bir kuşak öncesi ile sonraki kuşak arasında hiçbir bağlantı yok ve gönüllü bir vazgeçiş, yani sindirilmişlikle ilişkili bir durum bu. İnsanlar kendi çocuğuna, bebeğine Arapça ninni söylemiyor. Bir ağıtlarımız Arapça olarak kaldı. Şimdi onların da çözülmesi dönemini yaşıyoruz. Ben Arapça derleme kitapları hazırladım iki tane. Bunlar da bizim Hatay’daki Arapça’ya ilişkin iki kaynak. Çok acıklı. Ki Dünya dillerinin en önemlilerinden bir tanesi. Türkiye’de Mardin’den, Siirt’ten, Urfa’dan, Adana, Mersin, Hatay’a varana kadar milyonlarca kişinin sahip olduğu bir dil ve konuşan yok.. Şu anki çocukların Arapça eğitiminden yani anne eliyle baba eliyle Arapça’dan uzak tutulmasının temel nedeni hayata dezavantajlı başlamalarını engellemek. Çocuk hiç değilse Türkçe öğrensin, üniversiteye gider, fonetiği bozulmaz, diye çok basit nedenlerle kendi binlerce yıllık kültüründen koparılıyor. Biz kendi elimizle yaptığımız için de kimseye kızamaz hale geldik; çünkü bu ilk günden falan yani bizim kişisel seçimimiz olarak gibi görünmekle birlikte 40’lardan, 30’lardan başlayarak o sopa sallamaların sonucudur. Ama devletin genel politikalarında da Arapça kutsal bir dil, ilahiyat eğitimi fazla yaygınlaştırılıyor, imam-hatipler her yere yayılmaya çalışılıyor.Bizim oradaki insanların dillerini unutması için gereken tüm koşullar var. Dil yeni kuşaklara aktarılmıyor, yaşam alanı yok, modern Arapça’nın konuşulduğu komşu ülkelerle bir ilişki yok, tüm bağlar koparılmış durumda. Bu dil aile içinde şu an sürüyor, dinin temel taşıyıcısı olmaması durumunda çoktan zaten yok olurdu.
*Kaybolan Sesler Dünya Dillerinin Yok Oluş Süreci, Suzanne Romaine, Daniel Nette, Oğlak Yayınları