Samandağ Musa Dağı’ndan görmüştüm ilk Lazkiye’yi. Daha doğrusu hava berrak olduğundan ışıklarını görmüştüm. Lazkiye ile Samandağ (Sveydiye) ile arasında Kel dağı var. Gerçekten de dağ, kel. Deniz tarafından herhangi bir engel yok. Suya çizilen sınırı saymazsak.
Sabah erkenden aldı bizi Antakya-Lazkiye arası çalışan taksici Remzi. Ciddi ama nüktedan, işini ve arabasını çok seven şelaleler ve yemekler beldesi Harbiye’den. “Ben olmasam siz yanmışınız” havasını taşıyor ve bunu size hissettiriyor her an J. Yola koyuluyoz. Bir yandan da “bu zemheri soğuğunda gezilir mi?” diye de içimizden geçirmiyor da değiliz yani. Hatay’ın sınır ilçesi Yayladağı’na giderken yolda sis ve kar bizi karşıladı. Kendimizi bir anda Antakya’nın binlerce km uzağında bir dağda hissettik. Az sonra sınırdan kolaylıkla geçtik. Şoförümüz ucuz mazot almak için hemencecik çok eski bir benzinliğe uğradı. Oradan da genelde Samandağ Musa Dağı’ndan sürgün edilen Ermeniler’in yerleşim yeri olan Keseb şehrine girdik. Burası yazın yayla havası olan Suriyeliler’in sayfiye kasabası. Birkaç katlı, taştan yapılı yazlıklar göze çarpıyor bir anda. Mekânlarda, Kilikya ismini sıkça görmek bizi fazla şaşırtmadı. Hava çok soğuk olduğundan kasaba ıssız bir adayı andırıyordu. Gözümüze bir anda kırmızıya boyalı, sanat eseri havası olan bir yapı çarptı. Üstünde Arapça ve Ermenice yazılı bir tiyatro binasıydı bu. Hemen yan tarafında görkemli bir kilise ve karşısında yeni ve taştan yapma bir cami de görünce kendimi huzurlu hissettim ve korkunç soğuğa ve rüzgara rağmen içim ılıdı. Arabanın içine girmek istemedim. Buraya yazın gelmeye karar verip dağdan Lazkiye yoluna girdik.
Yol dolambaçlı bir şekilde dağlardan geçmeye başladığı andan itibaren aklımda hep Gökova’ya inerken geçtiğimiz Sakar Geçidi yer aldı. Yol boyunca Arap Alevi ve Türkmen köylerinden geçtik. Yol kenarlarında sıkça rastladığımız tandırcıların birisinde durduk. Bizim taksicinin mekanı burası. Tandırda “İmdehniy “(biberli ekmek), “Ftayer” (gözleme) yapan Salma ile Arapça-Türkçe sohbet edip onun yaptığı bu güzel şeylerden yüzümüzü acıtan sert rüzgara rağmen bol bol yedik, çay içtik. Toplam yaptığımız ödeme 150 Suriye lirası (4,5 TL). O’na 50 SL (Suriye Lirası) bahşişi zorla kabul ettirebildik. Pek gururlu bir kadın. Bu arada Salma’nın günlüğü 12 saat çalışma karşılığında 250 SL. Sonradan da göreceğimiz gibi burada her şey o kadar ucuz ki. Şaşırıp kalıyorsunuz. Züleyha’nın dediği gibi “burada kendimi Sabancı gibi hissediyorum.” Fiyatlar açısından bir İngiliz’in Türkiye’de hissettiğini biz burada hissediyoruz. Vize de kalkınca Antakya’dan ve hatta Türkiye’nin farklı yerlerinden buraya gelip yaşamaya başlayanlar var. Dahası ülkeye giriş yaptıktan sonra 6 ay boyunca sizi arayıp soran olmuyor.
Dağlar bitip ovaya inince kendimi bir anda Samandağ’da hisseder gibi oldum. Her taraf alabildiğince narenciye tarlası ile kaplı ve tarlaların hemen bitiminde deniz başlıyor. Ve tam bu sırada daha önceki gelişimde tanıştığım iki Lazkiyeli arkadaş; Basem ve Basel’i aradım. Biri İngilizce öğretmeni diğeri ise bir avukat. Bir saat sonra buluştuk ve bir sürprizle karşılaştık. Basem ve Basel biz geliyoruz diye deniz kenarında bir villayı bizim için kiralamış, Suriye şaraplarını hazırlamış ve klimayı açmış bizi bekliyorlar. Burada misafirler hala en çok değeri ve ilgiyi hak edenlerdir. Onları bugün kalamayacağımıza ve akşam dönmek zorunda olduğumuza zar zor ikna edebildik. Ama güzel şaraplardan bir tanesini içtik diğerini ise -sonradan fark ettik- Basel çaktırmadan çantamıza atmış. Basem ile Basel gün boyunca Lazkiye’nin en ilgi çeken yerlerine götürdüler. Portakal bahçesinin içinde geleneksel bir lokantada Ortadoğu’nun bekli de en güzel yemeklerini yedik. Lokanta Suriye Cumhurbaşkanı Başer Esad’ın yazlığının hemen ilerisinde konumlanmış. Yemekler Antakya mutfağının yemekleriyle çok benzerlikler göstermesine rağmen birkaç farklı lezzet tattık. Fettuş, güveçte tavuk ciğeri, tuzlu limonlu Suriye birası ve tabiî ki kendilerine özgü aromasıyla “Şişeh” yani nargile. Lazkiye’de içki günlük yaşamın ayrılmaz – sıkça tüketilen- bir parçası. Lokantada boğma rakıyı (ev yapımı) testiyle sunuyorlar. Ortada yanan odun ateşinin külünde patates pişiriyorlar. Bu beni 20 yıl önceki köy hayatıma geri götürdü. Yemekte birçok konuda muhabbet etme fırsatımız oldu. Ortak dil Arapça ve Arap kültürü olunca kendimizi farklı bir ülkede değil de Antakya’da komşu bir köyde dostlarla konuşuyormuşuz gibi hissettik. Sınırların saçmalığını ve zalimliğini bir kez daha hissettim. Ve 70 yıldır bu insanlarla aramızda sınırın neden bu kadar yüksek örüldüğünü düşünüp içten içe kahroldum. Basel ,Basem’in kız kardeşiyle nişanlı ve Mart ayında düğün yapıyorlar. Bizi de davet ettiler. En büyük hayalleri balayında Antalya’da birkaç gün geçirmek ve Türk dizilerinde gördükleri yerleri görebilmek. Biz de onlara düğün hediyesi olarak Antakya’daki köyümüzde yer alan Beytuturaba (Geleneksel Toprakev olan Konuk evimiz) davet ettik. Çok mutlu oldular. Basem ,Samandağ sınırındaki bir Türkmen köyünde İngilizce öğretmenliği yapıyor. Maaşı 200 Dolar civarında. Bundan pek şikâyetçi görünmüyor ve ekliyor. “Bunun 100 doları ile geçiniyor 100 dolarını da biriktiriyorum.” Basem’in en büyük zorluğu Türkmen çocukların okula gelmek istememeleri. Çünkü diyor “tarlada çalışmak zorundalar.” Ve zorunlu eğitim 9 sene. Ayrıca diyor, “Bu çocuklar maalesef Arapça bilmiyor” o yüzden ben de çok zorluk çekiyorum öğretirken ve iletişim kurarken. Bu durum bizim Kürt çocuklarının durumunu hatırlattı. Yemek ziyafetinden sonunda hesap ödeme kavgası başladı. Ne ettiysek, “burada misafirler ödemez” tepkisiyle karşılaştık ve ödeme yapmamıza izin vermediler. Artık Basel’le Basem’i Türkiye’de ağırlamak bize farz oldu.
Yemekten sonra İ.Ö 14. Yüzyılda kurulmuş olan Ras Hamra’daki Ugaritler kalıntılarının olduğu bölgeye gittik. Burada Afrika-Asya dil ailesinden ve İbranice’nin atası olan kabul edilen Ugaritçe alfabesi icat edilmiş. Bu alfabe ile yazılmış tabletleri Lazkiye merkezdeki ulusal müzede görme fırsatımız oldu. Tabletlerden birisi kralın kraliçeden boşanmasını karara bağlayan resmi bir yazı idi. Gülümsedim. Bu kalıntıların tam ortasındaki meydanda oturup hayal gücümü zorlayıp 14.000 yıl öncesine döndüm ve o zaman burada var olan insanları hayal ettim. Çok zor. Binlerce yıllık zaman yolculuğundan sonra anneannemin köyünü ve akrabalarımı bulma isteği uyandı içimde. Basel ve Basem ,Zubar (anneannemin köyü) köyünü bildiklerini ancak Laskiye’ye 50 km mesafede olduğunu söylediler. Hava soğuk ve zamanımız kısıtlıydı. O yüzden bu ziyareti bahara ,annem ve babamla beraber yapmaya karar verdik.
Laskiye merkezde , Arap Alevi kutsal mekânlarının yanı sıra camiler, Hıristiyan Arap ve Ermeni kiliseleri bulunuyor. Bunların en büyüğü Latin kilisesi olarak adlandırılmış olan Hıristiyan Arap kilisesi. Fransız mimarlar tarafında yapılmış, hoş freskleri ve görkemli bir havası sizi hemencecik etkisi altına alıyor. Yan tarafında ise kilisenin sosyal etkinlikler için ayrılmış alanı bulunmaktadır. Basel ve Basem Lazkiye’nin çok dinli ve kültürlü yapısının huzurlu bir şekilde yaşandığını insanlara dinini ya da milliyetini sormanın ayıp kabul edildiğini hatta resmen yasak olduğunu söyledi. Gerçekten de şehirde kendimizi çok rahat hissettik. Dükkanlarda çalışan süslü genelde renkli gözlü kızlar ve sokaklarda kolay iletişim kurabileceğiniz her an yardıma hazır insanlarla burası Türkiye’de bazı insanlarda var olan önyargıları altüst edecek toplumsal bir yapıya sahip. Birazdan limanın yanındaki parkta organik ürünler satan pazara gittik ve hemen herkesle muhabbetler etme ve kaynaşma şansını yakaladık. Türkiye’den ve özellikle Antakya’dan olduğumuzu öğrendiklerinde bize daha bir yakın davranıyor, Suriye televizyonlarında yayımlanan Türk dizlerinin sonlarında ne olduğunu soruyorlar ve Başbakan Tayyip Erdoğan’ın politikalarını ve kendilerine yönelik yaklaşımını takdirle karşılıyorlar. Oracıkta seyyar satıcı gençlerden “Fül “yemeği yeme fırsatını da yakaladık. Yani nasıl birşey bu Fül? Haşlanmış baklanın üstüne baharat karışımı konuluyor ve limon sıkılıyor. Ayrıca da suyundan ekliyorlar. Bizi sevindiren bir şey de bu pazarda plastik torba kullanımının yasak olması ve onun yerine kese kâğıtlarının kullanılması. Pazardan aldığımız nar ekşilerini, defne sabunlarını, ev yapımı leylak, nergis ve gül parfümü şişelerini bu torbalarla getirdik Türkiye’ye.
Akşam olmuştu artık. En son bizi ne yapıp edip Laskiye limanı içerisindeki free shopa soktular ve ucuz alışverişimizi yapma fırsatımız oldu. Sonra da bizi taksicimize teslim ettiler. Vedalaşma hüzünlü oldu. Basem, “ burada kardeşlerinizin olduğunu sakın unutmayın ve sık sık ziyarete gelin”. Ayrılmak ve orada kalmak geçti içimizden ama nasılsa devamı gelecekti. Taksiye bindik. Bizim kendinden emin 70’li yıllardaki Yeşilçam artistlerine benzeyen taksicimizle karanlık orman yolundan hızla geçtik. Arada güvenlik kontrolleri oluyor, şoförümüz Arapça konuşup kısa sürede işini hallediyordu. Gümrüğe 10 km kadar kalmışken bir markette durduk. İnsanlar, Türk kanalı Atv yi izliyorlardı. Birçok şeyi Türkiye’deki fiyatının yarısına alabildik. Mesela Türkiye’den Suriye’ye ihraç edilen Yeni Rakı (70 cl) 14 TL, Smirnoff Votka (100 cl) 15 TL. Sadece içkilerin fiyatlarından bahsetmeyeyim. Sadece içki almadık oradan. Büyük tüpgaz 10 TL. Türkiye’de 53 TL. Gerisini siz tahmin edin. Gümrükten marifetli taksicimiz sayesinde 10 dakikada geçtik ve saat 21.00 gibi köyümüzde olduk. Taksiciye hafta içi 180 hafta sonu 200 TL ödüyorsunuz. Sabah evden alıyor gün boyu sizinle geziyor ve akşam sizi evinize kadar getiriyor.
Küçük paralarla tarih, doğa, kültür ve yemek dolu bir gezi yapabildik. Bir güne birçok şey sığdırabildik. Herkes de bunu kolaylıkla yapabilir. Sadece azıcık heyecan, merak ve enerji gerekiyor.