Feyruz USLUOĞLU –
Türkiye’yi bölgesel güç olmaktan öte uluslararası bir güç haline getirmeyi amaçlayan sıfır sorun politikasının geride kaldığı, Kürt sorunu ve Alevi sorunu başta olmak üzere azınlık sorunlarının iç siyasette kutuplaşmalar ve uluslararası alanda siyasi hareket alanı açısından etkileri görülmektedir. Ayrıca Gezi süreci, yolsuzluk ve paralel yapı tartışmalarına, operasyonlara rağmen on iki yıldır AKP zaferiyle sonuçlanan seçimler ve buna karşın ilkesel bir duruş, alternatif bir siyasi program geliştiremeyen; bölünmeler, suçlamalar, kurultaylarla döngüsel bir hareket gösteren ulusalcı muhalefetin var olduğu bir Türkiye resmine bakmaktayız. Elbette ki bu resmin bir bölümünde çeşitli bileşenlerin oluşturduğu HDP ve Kürt hareketi yer almaktadır. Ancak şu anda Türkiye’nin tüm resmine şekil vermekten uzak görünmektedir.
Türkiye’nin bu resmine bütünlüklü ve tarihsel koşulların yaratımları açısından bakmanın gerekliliği ortadadır. Ulus devletler ulusal kimliğe dayalı varoluşa göre inşa edilmiştir. Bu varoluş ekonomi-politik gerçeklikler tarafından zorlanır, ancak kimliğin korunması ve güçlendirilmesi mitoslar, destanlar ve özel gerekçeler üzerinden oluşturulur. Bu yazıda özel gerekçelerin günümüz Türkiye siyasetinde ve Türkiye’nin uluslararası ilişkilerdeki pozisyonunda oynadığı rolü açıklamaya çalışacağım.
“Türklük” kimliğine dayalı devlet oluşturulması; Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma sürecinde ilk olarak “Osmanlıcılık” ve akabinde “ İslamcılık” fikirlerinin dağılmayı önleyememesi ve “Turancılık” hedefinin hayata geçememesi sonucunda ortaya çıkmıştır. Özellikle Balkanlar’dan Anadolu’ya doğru dönüşün travmatik etkilerinin yanında İslam coğrafyasındaki geniş alanın kaybedilmesi “Türklük” kimliğinin inşasında ve güçlendirilmesinde özel gerekçeyi sunmuştur: Türklerin ihanete uğradığı ve arkadan vurulduğu algısıyla derinleştirilmiş bir travma. İhanet ve arkadan vurulma algısı “Ermenilerin ülkelerine ihaneti” ve “I. Dünya Savaşı’nda Arapların Osmanlı ordularını arkadan vurduğu” teziyle işlenmeye başla-tıl-mıştır. Böylece “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” söylemiyle ülkenin etrafının düşmanla kuşatılmış olduğu inancının aşılanması, “Tek Dil, Tek Din, Tek Millet” ile azınlıkların milli bütünlüğe zararlı ötekiler olarak ilan edilmesine, öfke ve nefret söylemelerinin kanıksanıp kurumsallaşmasına imkan vermiştir.“Türklük” kimliğinin inşasındaki bu gerekçe İttihat Terakki’den başlayıp günümüze kadar taşınmış ve en sağ siyasal hareketlerden sınıf mücadelesini savunan çeşitli sol siyasal hareketlere kadar siyasi tavır almanın mayasında yer almıştır.
Ulusalcılar ve AKP
Geçmişten bugüne taşınan “kötü ötekiler” in paranoyasıyla sık sık “Türklerin Anadolu’dan atılmak istenmesi”, “Sevr gündemleri”, “ihanet söylemleri” güncellenmektedir.Son 30 yıldır bu güncelleme özellikle PKK-Kürt mücadelesinde sık sık Ermeni etkisinin varlığı dile getirilerek gerçekleştirilmektedir.Derinleştirilmiş travmaya dayalı özel gerekçelere sahip “Türklük” kimliği ulusalcı cephe içinde varlığını güçlü biçimde hissettirmektedir.Sürekli saldırı altında olduğu inancı içerisinde “yurtta sulh, cihanda sulh” u dillendiren ancak hiç de yurtta sulhu inşa edememiş ve cihanda sulh söylemine sarılmış ulusalcı cephenin iç ve dış politika anlayışını sadece bir savunma hattında kalabilecek bir vizyona hapsetmiştir. Aslında içerde saldırgan, dışarıya karşı savunmacı bir savunma hattı da denebilir. Bu durum ulusalcıları, Kürt ve Alevi sorunu başta olmak üzere azınlık sorunlarının çözümüne dönük politikalar üzerinden genişleme olanağından yoksun bırakmaktadır. Değişen dünya koşullarına rağmen dış politikada ise gerek iç sorunlar gerekse savunmada kalmanın verdiği güven duygusuyla bölgesel bir güç olmaktan uzak bir siyasi program benimsenmesinde etkili olmaktadır.
Ulusalcıların savunma hattındaki duruşu hem iç hem de dış siyasette güncel- ihtiyaca dönük ve gerçekçi politikalar üretmesine engel olurken geniş bir hareket alanına sahip AKP on iki yıldır tüm seçimlerde zaferle iktidarını korumaktadır. AKP uluslararası konjonktürden kendisine devşirilen desteğin yanında geniş bir hareket alanına sahip bir siyasi programla gücünü pekiştirmiştir. “Büyük Millet Büyük Güç”, “Büyük ve Güçlü Türkiye”, “Dünya lideri” sloganları ve büyük olmaya dair söylemlerin motivasyonu ve yarattığı heyecan bir seçim kampanyasından öte bilinçli ve bilinçaltı hissedilen ve derinleştirilen travma duygularından köken alır. Bir açıdan siyasal İslam’ın temsilciliğini üstlenmiş görünen AKP iki travma üzerinden söylem üretmektedir. İlki “Türklük” ikincisi “İslam “ mağduriyetini referans alarak politik genişleme alanı bulmaya çalışır. Ancak her ne kadar “Türklük” üzerinden söylem geliştirse de ulusalcılardan farklı olarak bunu savunma hattında değil genişleme alanında ve “İslam kimliği”nden sonra kullanır. “İslam” mağduriyeti açısından ise, yerel ve bölgesel dinamikler üzerinden politika üretmeye çalışır. Cumhuriyet sonrasında Ezan’nın Türkçeleşmesi, İslamcı kesimin baskı altına alındığı, devlet kademelerinde yer alamadığı gibi söylemler ile güncelde 28 Şubat ile başörtü yasağı, üniversitelerden atılmalarla yerelde kimliğin inşasında yerel özel gerekçelerin dayanakları oluşmuştur. Diğer taraftan dört yüz yıldır batı karşısında çaresiz, son iki yüz yıldır batının hareket ve müdahale alanı haline gelen İslam coğrafyasında eski güce duyulan derin özlemin bölgesel özel gerekçeleri, AKP’nin liderlik ve eski Osmanlı sınırlarına uzanma gayesi ile birleştiğinde kimlik oluşumu için güçlü bir temel sağlamıştır. Bu özel gerekçelerin yanında elbette yeşil kuşak projesi için palazlanmış İslamcılık önemli bir zemini zaten barındırmaktadır.
Başlangıçta sıfır sorun politikası ile hem “Türklük” hem de “İslam” kimliğini kurbanlaştırılmış trajedisinden kurtarma görüntüsü heyecan yaratmıştır. Askeri vesayetin geriletilmesi, Kürt sorunun çözüm süreci söylemi, sınırların yeni Osmanlı algısıyla genişlemesine duyulan arzu, kimliğin inşasında başarılı siyasi bir program olarak algılanmış ve krizdeki batı kapitalizmine alternatif (!) İslam medeniyeti tezi güçlü bir taraftar kitlesi toplamıştır. Ancak “Arap Baharı” (?) ile başlayan İslam coğrafyasındaki kaos AKP’ye tam da istediği çizgide bir yapının oluşturulmasında farklı bir fırsat gibi görünmüştür. Bundan sonra, Davutoğlu’nun daha önce sıfır sorun politikasıyla panislamist programın hayata geçirilmesi amacı, Batı ile işbirliği ve Batı’nın cesaretlendirmesiyle saldırgan ve kutuplaştırıcı söylemlerle hayata geçirmeye çalışmasıyla yer değiştirmiştir. Özellikle Suriye’ye yönelik belirgin mezhepçi söylemler bölgesel bir güç olan (?) Türkiye’nin etkin olmayan bir dış politika vizyonuna taşınmasına sebep olmuş görüntüsünün yanında ülke içinde kimlik kutuplaşmalarıyla kuşatılan bir iç siyaset olgusuna da yol açmıştır. Bu sonucun ortaya çıkmasında hareket alanı olarak kullandığı “Türklük” ve “Sünni İslam”ın bütünleştiği büyüklenmeci ve ihtiraslı söylemlerle donatılmış “İslam-Türk” kimliğinin bölgenin yüzyıl içinde değişen yapısına doğru bakmayı engelleyen köreltici etkilerinin katkısı oldukça fazladır.
Yeni bir kimlik inşası
AKP’ye rakip olduğunu ifade eden ulusalcı yelpazede hareket eden siyasi yapıların yeni bir kimlik oluşumu gerçekleştirmeden siyasi hareket alanını genişletme ve başarılı olma şansı yoktur. Bunun mümkün olması ise kimliğin inşasında dayanak olmuş ve siyasi-dini liderler tarafından kullanılan özel gerekçeler biçiminde ifade ettiğim derinleştirilmiş travmayla yüzleşmeyi gerektirmektedir. “Türklük Sözleşmesi” etrafında bütünleşmenin yerine değişen koşullara ve barışı kalıcı kılmaya imkân sağlayacak yeni bir sözleşme ile her defasında toplumu kutuplaştıran ve militarize eden travmadan kurtularak, psikopatolojik kimlikten sağlıklı bir kimliğe geçişi gerçekleştirmekle mümkün olacaktır. Bir açıdan psikopatolojik ve iflas etmiş bu paradigmaya alternatif yeni ve çoğulcu bir kimlik duygusunun oluşturulmasının gerekliliğini ortay koymaktadır. Benzer açıdan bakıldığında AKP’nin gerçekten bölgesel bir model ve barışa katkı sağlayan bir Türkiye oluşturmada hareket alanı olarak kullandığı “Türkçülük” ve “Sünni-İslam”ve bunun travmatik söylemlerinden arınarak yeni bir vizyon ortaya koyması bir zorunluluktur. Sonuçta,bölgede ve ülkede çatışmalar, savaşlar ve yıkımların önün geçilmesi hem ulusalcı çizgide siyaset yürüten parti ve hareketlerin “Türkçülük”ten “Türk-İslam” sentezine varan “Türklük sözleşmesi” ile oluşturulan kimlik anlayışını, hem de İslam ve Siyasal İslam çizgisinde “İslam-Türk” kimliğini referans alan en başta AKP olmak üzere siyasi hareket ve partilerin, bu kimliklerin algılanan travmasını derinleştirmekten vazgeçmesi, mağdur siyasetini ve mağduriyeti bir araç olarak kullanmayı bırakması, en nihayetinde yeni bir kimlik ortaya koymasıyla mümkün olabilecektir. Ancak bu “Ben” ve “Öteki” ilişkisinden önce, “Ben”nin “Kendiyle” olan ilişkinde yeni bir ilişki kurma biçimini gerektirir. Yani “Türkün” öncelikle “Türklükle”, “İslamcının”“İslam”la sağlıklı bir ilişki kurmayı öğrenmesi ile oluşur.