Ferhat AKTAŞ
Çin’in Wuhan kentinde başlayan, ardından küresel bir salgına dönüşen yeni tip Koronavirüs Covıd-19 hepimizin ortak sorunu haline geldi. Yarattığı korku henüz hastalığı tedavi edebilecek türden ilacın olmaması nedeniyle daha histerik vaziyet alırken, kapitalist dünya düzeninin çözümsüzlüğünü bir kez daha gösteren çarpıcı gelişmelere konu oldu.
Temel sağlık hizmetlerine erişim hakkının türlü şartlara bağlandığı koşullar, insanların gündelik yaşamlarını asgari ölçülerde sürdürebileceği imkanların kısıtlılığı ile baş gösteren krizin ilerleyen dönemde toplumsal değişimleri de tetikleyeceği söylenebilir.
Kapitalist-Emperyalist düzen ileri teknolojik-bilişimsel evrelerin rengini verdiği uluslararası egemenliğine rağmen zayıf karakterinin ortaya çıkmasına engel olamıyor. Hastalıkla mücadelede gizlenemez yetmezliği, bilimsel alanı sermayenin tekeline terk etmesi daha acı faturaların ödenmesine yol açıyor. Sıklıkla tekrarlandığı gibi; Kapitalizm doğası gereği güvenli bir yaşam ve gelecek değil, dünya halklarına savaş, yıkım ve sömürü bahşeder.
Covıd-19 salgını kriz yönetimlerinin niteliğiyle ilgili tartışma ve arayışları hemen herkesin gündemine yerleştirdi ve sınıfsal-sosyal çelişkileri görünür hale getirdi. Batı devletleri zoraki olarak ‘sosyal destek’ paketleri açıklayıp, idari tedbirleri sıklaştırırken, düne kadar ‘küçültmekten’ dem vurdukları devlet aygıtını faal çalıştırdıkları yeni bir döneme girdi. Tröstler, çok ortaklı konsorsiyumların müdahalelerinden ziyade kriz yönetiminde başat sorumluluk devlet organlarına yüklendi. Piyasaları rahatlanmak da onun ödevleri arasında.
Covıd-19 salgını sonrasında Batının yelkenlerini şişirerek dolaşıma giren sermaye akışı, finans oligarşilerini besleyen mali tablo kırılganlık yaşamaya devam eder. Krizi aşmak için yeni savaşlar yaratmak da yadsınamaz olasılıklardan biri. Bu dönemde büyüyen bütçe açıkları, sekteye uğrayan uluslararası yatırımları ve ucuz enerji-hammadde ihtiyacına duyulan talep Batılı emperyalist devletleri daha faşizan yönelim ve işgal girişimlerine yöneltebilir.
Batılı emperyalistlerin ‘uzlaşı’ makyajlı ‘sosyal barış’ eksenine doğru tersine bir ibre değişimine gideceğini varsaymak fazlasıyla iyimserlik olur. Özellikle vebaya yakalanan vatandaşlarına sağladığı bir dizi ‘sosyal destek’ üzerinden PR çalışmasına odaklanan ilgili devletlerin göreceli avantajları yanıltıcı olmamalı. Kısmi düzeyde ‘vatandaşla’ paylaşılan bütçenin sürdürülebilir olması farklı ülkelerden elde edilen artı değerin, tek taraflı işleyen sömürü çarkının dönmesine bağlı. Yani saraylarındaki barış, kulübelerin daha fazla ateşe verilmesinden geçer.
Kapitalist sistem çözülmeyi hızlandıran krizine çare ararken atacağı her adımla ‘zayıf halkaların’ kırılmasının önünü açacak ve yeni bir uygarlığın doğuş sancıları yaygınlık kazanarak hissedilecektir. Sermaye birikimi ile üretim dengesi arasındaki çarpık ilişki öteki dünyadan yükselen itirazları çoğaltıyor. Üreten mutsuz çoğunluk ile semiren mutlu azınlık arasındaki uzlaşmaz çelişkiler kamucu, şeffaf, dış müdahaleleri reddeden ve daha adil bir gelir dağılımını koşullayan iktidar alternatiflerine zemin sunuyor.
Halkların yaşam realitesini sakatlayan kapitalist-ekonomik sistemin ideolojik-politik-dini hegemonyasını sınırlayan arayışları geçerli politik kanallarla buluşurken, özgürlükçü karakter taşıyan muhalefetin dili ve etki gücü kaldıraç rolü oynayacak ve yeni toplum sözleşmeleriyle değişimin niteliği mevcut iktidar ilişkilerini ters yüz edecektir. Yeni uygarlığın merkezi artık Batı değil, oryantalist gözle ‘Ortadoğu’ diye kategorize ettikleri Yakındoğu (Şark-ı karîb) coğrafyası olacak.
Batının iktisadi sömürü, jeopolitik çıkarlar ve kültürel mankurtlaştırma temelinde dayattığı yüzyıllık statüko nihayet parçalanıyor. Direniş gerçeğiyle derinleşen krizi yeni demokratik uygarlık yolunda imkana dönüştürecek yegâne odak burasıdır. Kendine özgü strateji belirleme iradesine sahip bir aktör olarak bölgeden (Yakındoğu) yükselen direniş ‘zayıf halkaların’ peş peşe kopuşuna vesile olurken, asıl vebadan (emperyalist kuşatma ve yerli işbirlikçileri) kurtuluşun reçetesini dinamik iç çelişkileri çözümleyen özelliğiyle de yazacaktır.
Korona günlerinde Türkiye’den yansıyan tablo hiç iç açıcı değil. Salgın öncesi çoktan yapısal olarak çöküş girdabına kapılan, yeni rejim inşası geleneksel iktidar elitleri teslim alınmasına rağmen belirleyici siyasi iradenin açmazları nedeniyle güdük kalan, taşeron ülke fırsatçılığıyla bölgeyi karıştıran ‘rol-model’ özelliğinden geriye yıkıcı belalara dûçâr olan otokratik bir rejim var. Otokrasi gömleği giyen yeni-sömürge ülkenin iktidarını parçası olduğu egemenlik ilişkileriyle birlikte ele almak durumundayız. Şöyle ki; Doğrusal denklemi yerine koyma metoduyla irdeler, çift bilinmeyeni böylelikle daha kolay çözebiliriz. Denklemlerin biri ‘emperyalizm’, diğeri onun yansıması AKP’de vücut bulan işbirlikçi iktidardır. Kopmaz bağlarla yapışık bu çift denklemli problem; Türkiye’yi zayıf düşüren, tehlikeler karşısında korunaksız bırakan olgulardır.
Halkın Covıd-19 salgını koşullarında yalnız bırakıldığı şu günlerde sermayenin tereddütlerini kendine dert edinen AKP iktidarının ‘iman ve iban’ karşılaştırmalı mizahi pratiği öğreticidir. Peyderpey kararlar alırken halkı değil bir avuç zengini düşünen ‘önlem paketleri’ süreci nereden okuduklarının özetidir. ‘’Biz bize yeteriz’’ derken egemen sınıfları, onlara payanda olan piyasacı mezhep bezirganı bileşenleri korumaktan bahsediyor olmalılar. Bir nevi ‘kaymak tabaka’ önceliği. Tam da bu minvalde ücretli izin içermeyen, çalışanları patronların insafına terk eden ‘evde kal’ çağrıları, ‘işçi ve emekçi halk kendi başının çaresine baksın’ demektir. Reklam objeleriyle empoze edilen ‘evde kal’ kampanyası ancak çalışanların ücretli izinli sayılacağı koşullarda bir anlam ifade ederdi. Ama gündeme getirmemek için ‘kılı kırk yarıyorlar.’
Havuz medyanın saray orjinli teksesliliği, kolluk ve hukuk kurumlarını içeren kriminalize edici araçların sopa misali hazır kıta rolü, megafonik sesler eşliğinde minarelerden duyulan salavat, AKP’ye yapılması istenen nakdi bağış pratiği kriz yönetimlerini anlatıyor. Örgütlü kötülük halkın dayanışması, korku cenderesinden çıkması ve yaralarını sarması önünde ciddi bir engel. Hazineyi boşaltan, israf ve tüketime dayalı projelerle kamusal teşekkülleri uluslararası sermayeye peşkeş çeken iktidarın ‘sesleniş ve ‘serzeniş’ hali sorumluluk almaktan imtina etmekle eşdeğerdir.
Korona günlerinde çığ gibi büyüyen işsizlik oranları ve salgınla mücadelede yetersizliğin yarattığı karanlık tablo baskın gerçeklikken, hamasi nutuklar ve balon misali şişirilen sadaka kültürü suni aldatmacadır. İşte farklı sektörlerde yaygınlaşan ücretsiz izne çıkarmalar, halihazırda sıfırı tüketen esnafın açılmamak üzere indirdiği kepenkler, dayatılan kotalarla ürününü ekemeyen, ektiğini pazara sürmekte zorlanan, rekabet koşullarında ithalat yapan tekellere kurban edilen çiftçinin pür meali. İki Türkiye gerçeğiyle karşı karşıyayız.
Yaşadığımız çok yönlü kriz döneminde halkı sefalet koşullarına mahkûm eden, patronları seven, fıtratları gereği sermayeyi koruyan iktidarın öncelikleri belli. Politikalarına yön verirken sınıfsal tercihleri geçerli oluyor. İçinden geçtiğimiz bu dönem kaçınılmaz olarak en fazla işçi ve emekçi halkı olumsuz etkileyecek. Rejimin değişmesi gerektiğine inanan muhalefet dinamiklerinin alternatif arayışı içinde olması da gayet meşru bir haktır. Halkın taleplerine kulaklarını tıkayan, kibir abidesi tavır sergileyen ve esasında yönetemeyen iktidarın sürecin devamında bunun politik bedel ödemesi şaşırtıcı olmaz. Muhalefet dinamikleri halkla birlikte lokallerden ülke sathına doğru çeşitlilik arz eden dayanışma ağları örmeli, salgınla mücadeleyi, halk sağlığı sorunu ve kamucu politikaların gerekliliği üzerine bina etmelidir.
Not: Bu Makale http://www.kuzgunportal.com/ yayınlanmıştır.