Scroll Top

YAĞMURDAN PRENS TOZDAN MAİYET (şiir)

MUHAMMED EL MAĞUT –

I
Küçük Hayalet

Ey, yağmurun ipleriyle oynaşan sen
Gözleri görmeyen bir örgücü gibi
Mavi dere kalıntılarında elini gezdiren
Torunlarının yüzüyle tanışan kör gibi
Kimsin sen?
Ey caddeler
Ey meyhaneler
Kaldırımlarda uyuyan bu hayalet kim
Karıncalar
Çekiştirirken tespihini, mendilini
Ve saç tutamlarını?
-O Barada’dır
-Barada mı?
Bu isimde bir kardeş ya da bir dost hatırlamıyorum
O bir sandık mı yoksa duvar mı?
-Efendim
O Barada’dır,
Susuz çiçeklerin eşlik ettiği nehir
Doğduğu yerden döküldüğü yere kadar

Müracaat etsin bana yarın
Kaldırımların arasında duran ofisimde
Belki bir deniz yetimhanesi bulurum ona
Ya da saçları ağarmış bir bulut onu evlat edinecek
-Efendim
O dilenci değil efendim
O Barada,
Küçük peltek Barada
Büyüdü, genç oldu
Göğsündeki yeşil önlük eskidi
Mecrasından ayrılmıyor artık
Aylı gecelerde bile
Tatillerde ve pazarlarda bile
Eski akışından özür diliyor…
Avuçlarını göğsüne basıp
Açıyor ağlayarak, ırzına geçilmiş rahibe gibi
Kâğıttan bir gemi için
Ya da bir kırlangıç… suyunu yudumlayıp uçan!
-Olsun
Bağışladı ona Allah
Orta tabakadan küçük bir nehrin
Düşlediği her şeyi
Çamur, sinekler, bahar,
O ise her şeyin üstüne geldi bir anda
Tarihteki en güzel yağmuru
Yüce doğunun en güzel bulutlarını
Saçtı, gargara yapmak ve yıkamak için ölüleri
Müracaat etsin bana yarın
Rüzgârların arasında duran ofisimde
Rica dilekçesi
İki kıyısına yapışık halde,
Duvara asılı kartal derisi
Uyandırmıyor şefkatimi
Cesetlerinin kanını hatırlatıyor bana hatta
Ve kurbanların feryadını

II
Büyük Hayalet

Ya sen hüzünlü nineciğim
Ne yapıyorsun bu saatte
Yamalı örtün, ve ak düşmüş zülüflerinle?
Tespihini mi kaybettin
Taşırken onu bir cepten bir cebe?
Torunların mı kovdu yoksa seni
Dedikoduyla ve turşuları çiğnemekle meşgulken sen?
Ey yer
Ey gök
Köşe başında donan bu ihtiyar kadın kim?
Başının etrafında dönen sineklerle
Sanki bir lamba ya da bataklık!!
Sormuyor cevap da vermiyor
Sallıyor başını yalnızca bir sağa bir sola
Çiğnerken, gözyaşıyla ıslanan başörtüsünü
-O Şam’dır
-Şam mı? Bu isimde bir ana ya da kız kardeş tanımıyorum
O dolap mı çekiç mi yoksa ayna mı?
-O senin şehrin Efendim
-Şehrim mi? Ceplerimden başka şehrim yok benim
-Şehrin ve yurdun…
-Yurdum mu? Yurdum yok benim
Haritaların üstündeki bu lekeler ve karaltılardan başka
Ve bıraktığım bu duman
Dudaklarımdan her saniye…
-Tabi Efendim
Dar mahalleleri hatırla, mezarlık hayaletlerini
Deve etini ve badem çiçeklerini
Soğuk sabahları hatırla
Cetvel vurulmaktan kızaran elleri
Ve yaşlı ninelerin iğnelerini.
-Tabi… tabi
Hatırladım onu:
Tahıl ambarlarının ve eleklerin Şam’ı
Haşlanmış yumurta Şam
Okul çantasında özenle katlanmış ekmek
Yaban atların Şam’ı
Ufkun yüzünü örten gemilerin
Tozların Şam’ı
Duvara yaslanmış bisikletin
Ural’ın zirvelerinde yanan yıldızların ve meşalelerin Şam’ı
Gecenin Şam’ı… dudaklarla söndürülen kandilin
Devecilerin, yenilgi bayraklarıyla silinmiş hançerlerin Şam’ı
Kekemeliğin Şam’ı
Dizlere ve masa ayaklarına silinen parmakların,
Atlas kıyılarına dikilen Şam
Çeşme önünde eğilen Şam
Çamurun, yıldızların, humma çiçeklerinin Şam’ı
Devrimci cesetlerinin,
Taşlarla vurun ona
Bırakın çocuklar halkalansın etrafında
Dilleri görünsün dişlerin arasından
Teneke levhalar assınlar şalına
Raks ederken alay edip gülerek.
Uyuyan yatağımdan kopardıklarında beni
Kelebek gibi dalarken bir çiçeğe
Çırpınmaya başladım binlerce yıl
Sırt üstü dönmüş bir böcek gibi,
Duvarlarına sarıldım sımsıkı
Kapılarının halkalarına
İhtiyarlarının sakalına, kadınlarının göğsüne,
Yalvarıp ağlayarak bakarken ona ben
Süngülerle kuşatılmış köle
Nasıl bakarsa doğa annesine,
Ona dedim: Susuzum Şam
Dedi: Gözyaşını iç
Ona dedim: Açım Şam
Dedi: Ayakkabımı ye.
-Ne dedin ona
-Hiçbir şey
Kaldırımlara vurup ağladım.Ya şimdi?
-Şimdi söyleyin ona
Hançeresini terk eden şarkı binlerce yıl önce
Kitaranın kıyısına vardı
Ve fazla dallarla beraber kesilen parmaklar
Hisarların, kalelerin surlarından
Toplanıyor simdi sayfaların kenarında
Denizcilerin toplanışı gibi sahillerde,
Ona her şeyi söyleyin beyler
Babaların ve ataların adıyla
Kedilerin, köpeklerin adıyla
Ama benim adımla değil,
Kaybeden davalarla kalacağım ölene kadar
Yapraksız dallarla kalacağım çiçek açana kadar
Yüzüm gibi eski Şam’la
Nemli eşiklerle
Kapılardan girilirken çıkarılan öksürük sesiyle,
Nasıl göçeyim ondan
Ayaklarım batmışken kaldırımlarına
İki köpekdişi gibi diş etinde,
Nasıl unutayım onu
İzlerini bırakmışken sayfalarımda ve derimde
Tütün nasıl bırakırsa izini iki parmakta,
Kartal nasıl bakarsa yavrularına
Bakardım kaldırımlarına her sabah,
Bir çakıl taşı yoktur yolda
Ayaklarımla fırlatmadığım
Bir çeşme yok eski mahallelerinde
Suyundan ağzımla içmediğim
Bir gece bekçisi ya da incir satıcısı yok
Aylı gecelerinde konuşmadığım, benimle konuşmayan
Eski kapılarında bir sürgü yok
Alnımla, parmaklarımla oynaşmadığım,
Ama kapalı bir kapı yoktur
Bir gece açılan
Ve hoş geldin ey garip diyen
Kırbaçlarla vurun ona
Kapılardan kovun onu
Kitaplardan, meyhanelerden, düğünlerden, cenazelerden
Yüzüne kapatın dünyanın bütün kapılarını
Yalnız kalsın rüzgâr gibi… Allah gibi
Ama
Gözlerimi dağlayın bunu yapmadan önce,
Seviyorum onu beyler
Ve ihanet etmeyeceğim ona
Sonsuz sayıda gözyaşı döksem de.

Arapça’dan çeviren: Müzeyyen Çiçek

*Bu şiir daha önce Duvar dergisinde yayımlandı.

Benzer gönderiler