Scroll Top

ARAP DÜNYASININ EDEBİYATÇISI: SVEYDALE YAZAR HANNA MEYNE

Somer Sultan ( Suriye)

Açıklama: Açıklama: https://al-akhbar.com/Images/ArticleImages/2018823214927350636706577673508087.jpg

1924 yılında, Fransa mandası altında, Samandağ’a bağlı Levşiyye köyünde dut bahçeleri arasında fırtınalı bir havada Mariana (Meryem) adında bir çiftçi kadın, doğum yapar. Bebeği hasta ve zayıftı. Hayatta kalamayacağı düşünülür. Ancak, hayatta kalır. Açlığa ve sefalete, gençliğinde düştüğü zindan ve işkenceye rağmen yaşamını sürdürür. Hamallık, balıkçılık ve berberlik gibi mesleklerde çalıştıktan sonra kırkından sonra Arap dünyasında edebiyata yön veren bir roman yazarı olur. Dev edebiyatçılar, sanatçılar döneminin geride kaldığı bir zamanda devleşir.

Hanna Meyne, yazdığı tüm romanlarda iki ana temaya dayanır. Yoksulluk ve deniz. Yoksulluk ve sefalet yaşadığı “Dilenciler Mahallesi’ni anlattığı aynı adı taşıyan bir roman ve 1920’lerin Antakya kırsalında “Fotoğraf Kalıntıları” adlı romanında olayların ana eksenini teşkil eder. Yazar bu yönünü edebiyatın dışına da yansıtır. Vasiyetinde “kendilerinden biri olduğum ve kendileri benim bir parçam olan, ikimiz de benim için en değerli, en kıymetli ve en ulu soydan olduğumuz” diye tabir ettiği fukaralara bir değer bırakılmasını ister. Yani solcu yazarımıza göre dünyanın en değerli ve en ulu soyu fakirliktir. İkinci temayı, denizi anlatmak için yazarın bir röportajda dediğini aktarmamız yeterli olacaktır. Der ki, “Deniz benim hep ilham kaynağım oldu. Yapıtlarımın çoğu onun hırçın dalgalarıyla ıslaktır. Sorulurum: bunu isteyerek mi yaptım, diye. Cevaplıyorum: ilk başta hiçbir kastım yoktu: etim deniz balığıdır, kanım tuzlu suyudur, deniz köpekleriyle kavgam bir hayat kavgasıydı, fırtınalar ise tenim üzerinde bir dövme olarak dövüldü”. Yazarın dünyaca ünlü romanı “Bir Yiğidin Sonu” adlı romanı genellikle Lazkiye limanında geçer. Romanın kahramanı “Müfit El Vahş” (Canavar Müfit) balıkçı olarak çalışır, limanda saltanat yapan “Şeyh-ül Mina” (Limanın şeyhi) lakaplı gerçek bir kişiyle arasında geçen kavga anlatılır. Samandağ’da geçen “Yatır” romanı ise yine bir balıkçıyı anlatır. Fakat bu romanda felsefi yön ağır basar. Arap edebiyat tarihinde İbn-i Tufeyl’e ait “Hay bin Yakzan” adında gayet önemli bir felsefi roman var. Geyiklerle yaşayan roman kahramanı Hay’in akli gelişim serüveni anlatılır. Başka bir deyişle bir insan üzerinden insanlığın gelişim yolu anlatılır. İşte Meyne’nin Yatır romanı, Arap modern edebiyat tarihinin “Hay bin Yakzan”ıdır, “Robinson Crusoe”sudur. Nitekim anlattığı kahraman, işlediği bir cinayetten ötürü toplumdan kaçar ve yavaş yavaş ehlileşir, eski dogma yapısından arınır, hatta sığındığı mağaraya yakın bir yerde hayvanlarını otlatan bir kadın çobana aşık olur ve ilk defa insanın bir başka insana karşı görevleri olduğunu anlar. Uzun bir mücadele sonucunda kadın kendini yatır’a teslim eder, ay ışığında birlikte olurlar. Aynı bu topraklardan binlerce yıl önce yazılan Gılgameş efsanesinde Gılgameş’e arkadaş olacak vahşi insan Enkido’yu yine bir çoban kadın ehlileştirmişti. Efsanede kutsal fahişe denmişti ve tanrılar tarafından gönderilmişti, ama Meyne’nin romanında okuması yazması olmayan Şekipe idi, onu kimse göndermemişti, hatta kendisi Fransız jandarmalardan kaçardı.

              Meyne Romanlarının cereyan ettiği yer olarak ise doğduğu Hatay ve özellikle Samandağ bölgesi ile küçükken göçtüğü Lazkiye ve özellikle limanı ve sahil bölgeleri anlatılır. Güzellemelere kaçmaz, koşulları tarihi bir belge oluşturacak kadar yalın ve çıplak çizerdi. Ablalarının orada burada hizmetçi olarak çalıştırıldığı, babasının iflah olmaz bir içkici olduğunu tüm okurlarıyla paylaşır. Bu yüzden bazı eleştirmenler, Hanna Meyne’nin sadece bir deniz romancısı değil, aynı zamanda bir kara romancısı olduğunu söylerler. Aslında bu, tek bir romanda beş yüz altmış adet kişilik çizen bir edebiyatçı için doğal bir durum olsa gerek. Bir röportajında Meyne, Arap romancılar arasında bir tek kendisinin ve Nobel ödülünü alan Mısırlı yazar Necip Mahfuz’un “Roman dünyası” inşa edebildiğini öne sürer. İddiasının doğruluğu bir yana, eğer Mahfuz’la eş değerde ise Nobel’i almaması soru işaretleri uyandırır. Aslında bu soruyu Mahfuz’un kendisi pekiştirir. Nitekim “Senden sonra Nobel’i hangi Arap edebiyatçının alması lazım?” şeklindeki soruya “Hanna Meyne. Gerçi ödülü benden önce almalıydı” cevabını vermiştir. Aslında siyasal amaçları deşifre olan Nobel ödülü, vatansever ve keskin solcu, devrimci kişiliği olan bir edebiyatçıya gitmesi çok zor bir ihtimal olmakla birlikte, Meyne, Mahfuz’dan farklı olarak, değerlerinden ödün vermeyi reddetmiştir. Mahfuz, Nobel’i almak için romanında İsrail işgal varlığıyla ilişkilerin normalleşmesinden bahseder. Böyle bir adım, Meyne için asla ve katiyen düşünülemezdi.

           Devrimci bilinci Lazkiye Dilenciler Mahallesi’nde açılır. Bir defasında “Ben insani mücadelenin yazarıyım” der. Başka bir seferde “Onları korku, hastalık ve açlıktan kurtarmanın, özverilerde bulunmaya değer olduğuna inandığın, başkalarının hayatları uğruna, kendi hayatını feda ettiğinde mücadelenin bir sevinci olur” der. Mücadelesi, iki çizgide gelişir. Birincisi Fransız işgaline karşı vatansever mücadele, ikincisi ise sosyal adalet ve sosyalizm için verdiği mücadeledir. Ki, bu bağlamda komünist partiye üye olur, fakat çok geçmeden parti içi emir ve telkinler zincirine karşı mücadele verir. Bu yönü, yani kendine özgü hareket etmeye meyil göstermesi, 1930’larda Hatay’dan Lazkiye, Halep ve Şam’a göç edip Suriye’nin siyasal ve sanatsal sahnesini şekillendirmede önemli rol oynayan gençler arasında kendine özgü bir çizgi vermiştir.

Bu yazarı daha da iyi anlatmamız maksadıyla vasiyetini paylaşıyoruz:
Ben Selim oğlu Hanna Meyne, annem Meriana Mihail Zekkur. Lazkiye 1924 doğumlu. Tüm akli gücümle vasiyetimi yazıyorum. O kadar çok yaşlandım ki “Her ecelin bir kitabı var” olduğuna inanmama rağmen, dünyadan doyduğum için artık ölmemekten korkar oldum.

Hayatımda çok mutluydum. Gözlerim açıldıktan beri sefalete adanmıştım. Sefalete karşı, sefaletin içerisinde savaştım ve kazandım. Bu, Allah’ın bir nimeti, gökyüzünün bir mükafatıdır, ben de şükredenlerdenim.

Son nefesimi verdiğimde, ki buna çok önem veriyorum, umarım ölümümün haberi, görüntülü, sesli veya yazılı hiç bir basın organında ilan edilmez. Çünkü hayatımda hep sadeydim, ölümümde de sade olmak istiyorum. Hiç ailem yok benim, çünkü ailemin tümü yaşarken benim kim olduğumu bilmedi. Bu daha iyi. Bu yüzden bu fani dünyayı terk ettiğimde benim kim olduğumu öğrendiklerinde hasret çekmeleri insafsız olur.

Hayatımda tüm yaptıklarım biliniyor. Vatanım ve halkıma karşı görevimi eda etmektir. Tüm kelimeleri tek bir hedef için adadım: Yer üstündeki tüm fakir, sefil ve acı çekenlere yardım etmek. Bu hedef uğruna vücudumla mücadele ettikten sonra, 40 yaşımdan sonra yazmaya başlayıp kalemimi aynı hedef için kınından çektim, hala da öyle.

Sitem yok. Burada sadece zaruretten dolayı hatırlıyorum. Çünkü ömrüm boyunca şansa değil koluma dayandım. Elim tek başına alkışladı, bu ele teşekkür ederim. Nimetler şükür etmekle devam eder.

Akraba, dost, yoldaş ve okurlardan, herkesten özür dilerim ki ,kendilerinden naaşımı evimden ölüm arabasına kadar, defin dairesinden kiralanan, sadece dört kişinin omzunda taşınmasına müsaade etmelerini rica ediyorum. Herhangi bir mezarda beni defnettikten sonra herkes elini silksin ve evine dönsün, düğün bitmiş, daire kapanmıştır.

Hiçbir şekilde ne hüzün, ne ağlama, ne de taziye istemiyorum, ne evde ne dışarıda. Ayrıca, en önemlisi de bu, hiç anma toplantısı olmasın. Ölümümden sonra denilecek her şeyi hayatımda duydum. Bu anma benim için çok iticidir, bana bir kötülüktür. Yalvarıyorum kemiklerimi rahat bırakın bu anmadan.

Şam’da ve Lazkiye’de sahibi olduğum her şey, ailem olduğunu iddia edenlerin tasarrufuna kalmıştır. Bir kısmını kendilerinden biri olduğum ve kendileri benim bir parçam olan, ikimiz de benim için en değerli, en kıymetli ve en ulu soydan olduğumuz sevgili fukaralara dağıtma özgürlükleri vardır.

Sevgili karım Meryem Dümyan Seman, ruhumun rahatlığı için yanı başımda namaz kılanlara vasiyetim, tüm mirasımı idare etme hakkına sahiptir. Lazkiye’deki evim kendisinedir, onun üzerine tapuludur. Ancak, kendisinin çıktığı, benim de çıktığım, sonra ikimizin geri döndüğümüz yokluğa geri dönene kadar asla satılmaz.

1123456.jpg