Hasan EMİR & Hüseyin GÜVEN
Tarihin hangi yönde aktığına dair teoriler tartışıla dursun, bizlerin, zaman çizgisinin payımıza düşen bir
kesitinde hala cevabını aradığımız sorular ve edinmeye çalıştığımız bir yer var. Bu zaman çizgisi üzerinde kendi
yerimizi bilmenin bir nebze de olsa toplumsal huzursuzluğumuzu dindireceğini düşünüyoruz. Yaşadığımız
bunalımın sebeplerinin sadece bize özgü olmayıp dünyanın geri kalanı için de bir iç sıkıntısına dönüşme hali,
halkımızın değerlerine, tarihimize ve bunların toplamı olan ‘’kendimize’’ biçtiğimiz öz değeri arttıracaktır. Zaten
bu öz değeri hissetmek kaygısı değil miydi kendimizi bir umutla sol-sosyalist, kah Cumhuriyetçi, kah Kemalist
bazen övündüğümüz girişimci-kapitalist bazen ezilen halklarla ortak paydada buluşumuz, isyan edişimiz ve
hatta itaat edişimiz… Sırf bu değerli olabilmek kaygısından değil miydi kendimizi başkalarının gözünden
tanımlayışımız? Kendi öz değerliliğimiz evrenselleştikçe meşrulaşmadı mı? Kendimizi yerel, geleneksel, aykırı
tanımladığımız zaman ince bir kaygı hissetmedik mi? Sırf bu yüzdendi belki de kendimizi ‘’biz’’ olarak
tanımlamaktaki tutukluğumuz ve ancak başkaları değer verdikçe kendimizle gurur duyuşumuz…
Sosyoloji ve ya felsefe bizi nerede tanımlıyor? Biz kim olduğumuzun cevabını veremediğimiz için ortaya
akademik sınırlamalardan azade, basiretimiz ölçüsünde, kendi inandığımız standartları ortaya koymak amacıyla
bir takım kavramlardan bahsedeceğiz. Geleneksellikten moderniteye giden bir zaman cetvelinde insanlar için
anlam, değer ve dünya bakışının; evrimsel ve yer yer devrimsel değişimleri doğrultusunda bugünkü konumunu
yorumlamaya çalışacağız. Elbette ki sosyolojik, biyolojik ve ya ekonomik olarak bu değişimler çok daha ayrıntılı
analiz ve tanımlara sahiptir fakat bizler daha ontolojik-felsefi bir bakış açısıyla konunun üzerinde durmaya
çalışacağız. Bu minvalde daha pek çok soruyla açılması gereken uzun bir tartışmayı başlatmayı hedefliyoruz. .
Tarihi seyirde siyasal, ekonomik, ekolojik değişimler deterministik olarak bireyleri, toplumları
dolayısıyla fikirsel süreci etkilemiş; insanları ilkel hayattan büyük uygarlıklar kurmaya sürüklemiştir. Bu fikirsel
süreçte düşünürlerin hemfikir olduğu birkaç kırılma noktasına değinmemiz kendimizi toplumumuzu ve
gidişatımızı anlamamız için elzemdir.
Bugün içinde bulunduğumuz dönem pek çok muhtelif fikirler, tanımlar, ideolojiler barındırsa da yaygın
kanıyla post modern-post truth dönem olarak adlandırılıyor. İçinde yaşadığımız bu dönemi daha iyi anlamak için
bu dönemin kökenlerine yani ‘’moderne’’ ve modern dönemi tanımlayabilmek için modern öncesine bakarak
fikirsel açıdan bir kronolojiyi takip etmeye çalışacağız.
Birçok düşünür 17. yüzyılda köklerini bulacağımız modernizmi, insanlık tarihinde önemli bir yol ayrımı
olarak kabul eder. Modern öncesi dönemde Tanrı-egemen sistemin yerine modern dönemde, insanlık tanrıdan
rol çalarak aklın özgürlüğünü ‘’yeni tanrı’’ olarak tanımış ve kendi aklını kullanma cesareti göstererek bunu
‘’aydınlanma’’ olarak tanımlamıştır. Bu yeni çağ bugünkü felsefi, bilimsel, siyasi, hukuki, sosyolojik kurum ve
disiplinlerin kökenlerini oluşturmuştur. Tarih akışını sürdürürken gelinen bu noktada insanlık kendi oluşturduğu
modern anlayışın da değiştiğini görerek akıl-egemen sistemin ötesine geçerek eleştirmiştir. Bugünkü ahlaki ve
insani yeni değerleri; Post-modern, modern sonrası, Post-Truth çağı diye tanımlayarak yeni dönemi yaşamaya
başlamıştır.
Bu dönemleri biraz açmaya çalışırsak;
Modern öncesi dönemin göze çarpan özelliklerini incelediğimizde; öncelikle kurulan yasalar, kurumlar,
toplumsal normlar ve ahlaki düzen, tanrının meşruiyet alanındaydı. Doğanın bilinmeyişi, savaşlar,
çatışmalardan doğan emniyet ihtiyacı dönemin önemli bir özelliğini yansıtıyordu.
Toplum kurulurken; ilk olarak toplu halde yaşamanın bir gereği olan toplumsal iş bölümü, kutsala yani
aşkın olana zorunlu olarak ihtiyaç duymuştur. Bu aşkın olanın varlığı –tanrı, totem, kutsal- kendilerine
hiyerarşik bir düzende görev-ödev bilinci yüklemiştir. Toplum kurulduktan sonra üretim tarzının ve amacının
değişmesi devleti oluşturmuş ve oluşan bu hiyerarşik devlet yapısı insanlığın güvende olma ihtiyacını
sağlayacak kurumlar kurmuştur. Toplum da tanrısal olanın vesayetine sahip olan bu devlete, yaşam ve
mülkiyet güvenliğini emanet etmiştir.
Devlet hiyerarşik bir düzen kurarak insanlar arasında bir hukuk yaratsa da tanrıdan aldıkları bu
meşruiyetle yavaş yavaş toplumu tahakkümü altına almış, varlığına tehdit oluşturabilecek her muhalif fikri
sınırlayan ve yargılayan kurumlarla varlığını pekiştirmiştir.
Gözleme ve akla dayalı disiplinler olan felsefe, bilim ve sanatın gelişmesiyle birlikte insanların kilisenin
egemenliğine karşı özgür düşüncenin önünü açan aydınlanma hareketi Rönesans olarak adlandırılmıştır.
Rönesans aydınlanmasıyla birlikte iktidar el değiştirmiş, kilisenin tahakküm alanı zayıflamış, seküler bir anlayış
inşa edilmiştir. Tanrı-egemen yerini akıl-egemen bir paradigmaya bırakmıştır. Teknoloji gelişmiş, kitaplar
çoğaltılmış, çeviri metinlerin oluşturulmasıyla da bilgi yayılmış ve insanlar dünya hakkında daha çok bilgi sahibi
olmuştur.
Pre-Modern dönemin karakteristik özelliklerinin aksine dinin yerini pozitivizm-empirizm, emniyet ve
düzen ihtiyacının yerini özgürlük anlayışı almıştır. Toplum yavaşça çözünmeye doğru giderken bireycilik ön
plana çıkmıştır. Aynı zamanda modern dönemin getirdiği kırılma ve özgürlük ortamı birçok yeni felsefi düşünce
akımının doğmasına, kendileri ve toplum üzerinde daha çok söz sahibi olmalarına yol açmıştır. Aynı zamanda
bu muhtelif düşünceler yaşadığı çağı (modernizmi) oldukça ağır bir şekilde eleştirmiş, insanın sömürülmesine,
özgürlük anlayışının despotizme dönüşmesine, totaliter rejimlerin ve militarizmin yükselmesine karşı eleştiriler
getirerek aklın aydınlanmasının dünyayı getirdiği noktayı ortaya koymuştur.
Modernizme eleştirel bakanlardan Frankfurt Okulu yapılanması; ‘‘Aydınlanma, gelişen düşünmenin en
genel anlamında, başlangıçtan bu yana insanlardan korkuyu kaldırmak ve onları kendilerinin efendisi
durumuna getirmek amacı gütmüştür. Ne var ki tamamen aydınlatılmış yeryüzü bugün muzaffer bir felaketin
belirtilerini taşıyor’’ (Horkheimer & Adorno, 1995: 19)* diyerek modernizmin çıkmazlarını vurgulamıştır.
Aydınlanma anlayışını, insanı kapitalizme uyumlandırarak sömürmenin bir yöntemi olarak gören Fransız
Psikiyatr M. Foucault eserlerinde modern kurumların tarihsel kökenlerine deyim yerindeyse arkeolojik bir kazı
gerçekleştirmiş ve modernizm eleştirisini temellendirmiştir. Genel olarak düşünürler insanlığın, efsanelerden,
mitlerden, kilisenin tahakkümünden kurtarılmasını; eşitliği, özgürlüğü, gelişimi, teknolojiyi savunmuş fakat
ortaya çıkan yeni iktidarın önüne geçemeyerek kapitalizmin doğurduğu yeni sömürü düzenini eleştirmişlerdir.
Yeni bir gelenek oluşturan seküler anlayış, insanı; kapitalist iktidara hizmet etmesi gereken mekanik bireylere
dönüştürmeye çalışmıştır. Artan bilgi ve teknolojiyle birlikte bireylerin ahlak yapısından, DNA yapısına kadar
pekçok şeye müdahale etmiştir. Bu haliyle kilisenin tahakküm alanından daha geniş bir tahakküm alanı
doğurmuştur. Modern insan yeni ve daha güçlü bir kölelik düzenini kendi elleriyle inşa etmiştir.
Gelenekselliğe karşı mücadele etmiş, Aydınlanma tabiriyle büyük beklenti oluşturmuş modernizm, insanlığı
büyük bir hayal kırıklığına uğratmıştır. Bu hayal kırıklığını Ali Şeriati ‘’Gelgelelim köleler -insanlar- azat olmuşlar,
özgürlüklerine kavuşmuşlardır; fakat bilinçsizce içten köleliğe sürüklenmişlerdir. Gerçi kölelerin başları kölelik
bağından kurtulmuştur; fakat “başların içi” köleleşmiş ve köleleşmektedir.’’** sözleriyle ifade etmiştir.
Genel bir tanımı olmamakla birlikte içinde yaşadığımız bu dönem postmodern olarak isimlendirilmiştir.
Post-Modernizm özellikle modernizmin çıkmazlarını aşmak için farklı disiplinlerde kendini göstermiş bir çözüm
arayışına girişmiştir. Artan teknolojik ve bilimsel gelişmelerin hızı, yaşadığımız zamanı teknoloji, dijital, uzay
çağı gibi kavramlarla isimlendirilmesine yol açmıştır. Artan bilimsel çalışmalar birçok yeni uzmanlık alanının
ortaya çıkmasını sağlamış, disiplinlerdeki farklı uzmanlık sahaları ve parçalanmışlık, tarihin en yüksek düzeyine
gelmiştir. Artan bilgi birikimi Rönesans’ın aksine çoklu disiplinlere hâkim olmak yerine neredeyse ‘’tek bir
uzmanlık alanı’’ sınırlaması getirmiştir. Böylece insanlar kendi alanları dışındaki uzmanlıklara erişemeyeceği için
birçok alanda söz söyleyemez duruma gelmiştir. Bu oluşan boşlukları iktidar doldurarak, popüler ve gerçekle
ilişkisinin ötelendiği, hakikatin önemsizleştiği kavramlarla doldurmuştur. Bu popüler anlayış politikadan sanata;
ahlaki anlayıştan teknolojiye kadar hayatın her alanına sirayet etmiş rasyonel-akılcı düşüncenin yerine
geçmiştir. Böylece insanlık için faydalının, makulün, iyinin, etiğin yerini tüketim kültürünü besleyen, duygu, ilkel
güdülere ve hazlara hitap eden ‘’kültür endüstrisi’’ almıştır.
Hakikatin önemsizleştiği dünyada düzensizlik, sahtelik, kaos her alanda bireyi trajik bir yalnızlığa
sürüklemiştir.
Sonuç olarak;
Bu varlık serüveninde anlam, hakikat anlayışı, toplum olma bilinci değerini yitirmiş, yerine popüler
kültürün hazza dayalı anlamsızlıklar bütünü oluşmuştur. Geleneksel yapımız da bundan payını almış, kaçınılmaz
olarak modernizmle çatışma içine girmiştir. Değerlerimiz yavaş yavaş değişime uğrarken, bu değişime göre
konumlanmaya çalışanlar, toplumda farklı kanatlar oluşturarak parçalanmışlığı daha da derinleştirmişlerdir.
Geleneksel, tarihi ve kültürel kodları önemsemeksizin reformist çıkışlar sergileyenler… İdeolojilerini veya çıkar
projelerini pazarlama uğruna, toplumun öz değerlerini şahsi menfaatlerine malzeme edenler… Toplumsal bilinç
ve sorumluluktan yoksun, popülist gündemlerle savrulanlar… Yaşadığı çağın farkına varamayan, toplumunun
sorunlarına yabancı, değişimi yorumlama becerisinden yoksun olanlar…
Modernin; toplumu çözen, insanları ayrıştıran yapısını sadece piyasaya atarak kolaycılığa kaçmak
çözüm için artık yetersiz kalmaktadır. Toplumun bir takım ilkeler ve kurallar bütünüyle belirlendiği ve oluştuğu
gerçeğinin bilinciyle hareket etmek ve bunda ısrarcı olmak gerekir. Bunu bireysel özgürlüğün önünde engel
olarak görüp bu sorumluluktan kaçmak isteyenler aslında öz dinamikleriyle bütünleşmiş bir toplum idealinden
uzaklaşmaktadırlar.
Hakikatin yerini menfaat ve güç ihtiraslarının aldığı bir toplumda bütünleşmeden bahsedilemez. Kendi
tarihsel koordinatlarıyla yüzleşme cesareti bulamayanlar problemlerin çözümüne katkı sunmak bir tarafa
problemi derinleştirirler. Yerel ve özgün değerlerimizi ortaya çıkarıp onları yeniden yaşam pratiğimize
uyarlamalı, ruhunu kaybetmiş bu dünyada, kendimizden uzaklaşmadan, mana ve gerçekliğimizi yeniden varoluş
şiarımız yapmalıyız. Ruhumuzun eksikliğini farklı arayışlarla besleme arzusundan vazgeçip kendi tarihsel
değerlerimizle barışmadıkça bu ruh akıntıya karşı asla bir dala tutunamayacaktır…
*Aydınlanmanın Diyalektiği – Max horkheimer ve Theodor W. Adorno(1944)
**Medeniyet ve Modernizm- Ali Şeriati
Yararlanılan Kaynaklar:
- İlkçağ Felsefe Tarihi- Ahmet Arslan
- • Hapishanenin Doğuşu- M.Foucault
- • Gelenek ve Modernizm- Ahmet Arslan AAV Semineri
- • Frankfurt Okulu ve Eleştirisi- Tom Bottomore
- • Çağdaş Toplum Kuramından Portreler-Anthony Elliott , Bryan S. Turner
- • Medeniyet ve Modernizm- Ali Şeriati
- • Biricik ve Mülkiyeti – Max Stirner