Edip YEŞİL
“sen bu şiiri okurken
ben belki başka bir şehirde olurum
kötü geçen bir güzü
ve umutsuz bir aşkı anlatan
rüzgarla savrulan
kâğıt parçalarına
yazılmış
dağıtılmamış
bildiriler gibi
uzun bir yolculuğa hazırlanan
yalnız bir yolculuğa.”
-Behçet Aysan-
Ülkemiz tarihinin en kara lekelerinden biridir 2 Temmuz 1993 Sivas Katliamı.
21. yüzyıla ramak kala insanlar diri diri yakıldı. Camiden çıkan binlerce yobazın tekbir sesleri eşliğinde otele sıkıştırılan ve çaresiz “kurtarıcı” bekleyen aydın ve sanatçılar herkesin gözü önünde yakılarak vahşice katledildi. Devlet seyirci kaldı…
Bu satırları kaleme alırken bile insan dehşete düşüyor, ürperiyor, yüreği paramparça oluyor…
Aradan yirmi yedi yıl geçmiş olmasına rağmen içimizde sönmeyen bir yangındır Madımak.
Ve insan, kendine yıllardır sorduğu soruyu tekrar sormaktan alıkoyamıyor: Bir insan bir başka insana bunu nasıl yapar? Yakmak, elleri, kolları bağlı birini nasıl da dehşet ve sarsıcı bir şey! Değil mi?
Sarsılmak ve dehşete düşmek!
Belki de hepimizin peşine düşüp yanıtlaması gereken en can alıcı soru bu olmalı: Bir insan bir başka insana bunu nasıl yapar? Kendi kendimize bu soruyu soralım ve düşünelim. Bir değil defalarca…
Merdiven basamaklarında oturan Metin Altıok, Uğur Kaynar ve Behçet Aysan’ın fotoğrafı düştü gözlerimin önüne. Madımak Katliamı ne zaman aklıma gelse Battal Pehlivan’ın çektiği o fotoğraf ve üç şair gelir aklıma.
Metin Altıok oturduğu basamakta elinde sapı kırık bir süpürge, gözlerinde endişe; hemen yanında Uğur Kaynar, sol eli çenesinde, düşünceli ve bir basamak ötede oturan Behçet Aysan, elleri birbirine kenetli, gözleri yüreğine bakıyor, belki de bir film karesi gibi anılarına akıyordu. Son bir kere olacağı düşüncesiyle…
Bir adım ötede duvar, iki adım ötede ölüm, duvarın önünde tekbir ve yangın sesleri.
Suyun ulaşıl(a)mayan sesi ve boğucu yangın sesleri…
Yangın yerinde olup fotoğraf karesinde yer almayan bir başka şair de Zerrin Taşpınar. Katliamdan kıl payı kurtulmuş! “Bu yangın yerinden kim sağ çıkarsa bizim şiirimizi o yazacak” diye söz vermişler birbirlerine.
Söz’ün sözü oldu Taşpınar’ın “Tavra“sı. Madımak’ın şiiri yani.
Zerrin Taşpınar’la İstanbul’da Sanat Meclisi’nin düzenlemiş olduğu etkinlikte karşılaşmıştık. Uzun uzadıya sohbet etme şansımız oldu. Bu fotoğrafın görünmeyen yanını ve Tavra’yı konuşmuştuk.
Her yıl binlerce insanın katıldığı Pir Sultan Abdal şenlikleri, aydınların, sanatçıların buluşma yeri gibiydi.
Doktor Behçet Aysan, erdemli insan olmanın sorumluluğu içinde telesekretere notunu bırakıp buluşma yerinde almıştı yerini. O zamanlar cep telefonları yok. Kitle iletişim araçları gelişkin değil. Olsaydı ülkenin dört bir yanından yangına su yetişmez miydi? Sel olup her yerden akın akın akmaz mıydı softanın yaktığı ateşe.
Kendisine ulaşmak isteyip de ulaşamayanlar zor durumda kalmasın diye sesini telesekretere kaydetmiş Behçet: “Merhabalar, ben doktor Behçet Aysan, kısa bir süreliğine şehir dışında olacağım. İki üç güne kalmaz dönerim”.
Hastaları, sevenleri, dostları her telefon açtığında “Merhabalar, ben doktor Behçet Aysan, kısa bir süreliğine şehir dışında olacağım. İki üç güne kalmaz dönerim” mesajıyla karşılaştı. Günler, aylar sürdü bu durum. Dönmedi.
“çünkü beyaz bir gemidir ölüm.
siyah denizlerin hep
çağırdığı
batık bir gemi
sönmüş yıldızlar gibidir
yitik adreslere benzer
ölüm
yanık otlar gibi.
sen bu şiiri okurken
ben belki başka bir şehirde ölürüm.”